Bu hafta çok özel bir film ile karşınızdayız! Merak eden sinema severler için lafı uzatmadan açıklıyoruz. Geçtiğimiz Ağustos ayında dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan, Altın Aslan ve Altın Küre dahil 110’dan fazla ödülünün yanı sıra 10 Oscar adaylığı bulunan bir Alfonso Cuaron filmi olan Roma… Eylül Kübra Uzun
Film 70’li yılların Meksika’sında iki farklı sosyal statüde kadının benzer olayları yaşarken ki mücadelelerini konu alıyor. Hikayeyi anlatabilecek en güzel cümlesi de şüphesiz “Biz kadınlar hep yalnızız.” Yönetmenin sahneleri çekerken protestolar, Dünya Kupası, deprem, yangın, boğulma gibi kaotik anlarda bile çok sakin şekilde çekmiş olması güzel bir detay. Genel olarak tek plan çekimler kullanılmış olmasını gerçekten çok sevdim. Aslında bütün filmde ne izleyeceğimizi ilk sahnesinde bize su ile vermişti Cuaron…
Siyah beyaz olması sanki 70’li yılları anlatan, günümüzde çekilmiş bir film değil de, gerçekten o dönemde çekilmiş bir film izliyormuşsunuz izlenimini veriyor. Filmin bir başka güzel yanıysa; film izliyorum hissinden seyirciyi alıp, kişileri bir tiyatro izletiyor hissine sokması. Bu derecede bir gerçeklik yaşatabilmesi filmin en büyük başarısı oldu diyebilirim. Muhtemelen bunu da 65mm ile çekilirken bir-iki sahne dışında kameranın sabit ya da pan hareketiyle çekmesi sağlamış olabilir. Ayrıca her türlü sesin aynı anda duyulabiliyor olması da çok doğru bir seçimdi. Başta konu olarak sanki zengin-fakir ayrımını izleyeceğimi düşündüm ama konu birden kadın-erkek ilişkisine dönüştü. Film boyunca dil, din, ırk, statü farkı gözetmeksizin insanların yaşadıklarının aslında aynı olduğunu görmek benim hoşuma gitti. O dönemde yaşanan siyasi gerilimler bile kadın-erkek ilişkisinin önüne geçemedi. Çünkü yaşanan şeyler dış etkenler ne olursa olsun değişmiyordu. Bu gerçeklik filmde bu kadar net ve güzel anlatılınca ilk yarıda zaman zaman kaybettiğim ilgime rağmen film gittikçe beni içine çekti. Köpeğin dışarı kesinlikle salınmaması, salınmamasından ötürü sürekli garaja tuvaletini yapıyor olması… Zaten o kakaya da bir tek evin içerisinde olmak istemeyen baba basıyordu! Kadın ve erkeğin arabayı park etme şekillerine vurgu yapılması ve kadının ayrılık sonrası daha küçük bir araba alarak aslında olmayacak bir araba konusunda ısrar etmesinin ne kadar anlamsız olacağı da ilişkilere yönelik güzel bir göndermeydi.
Cleo’nun sevgilisini bulmak üzere gittiği köyde, o kadar donanımlı eğitim alan erkeklerin yanında hamile haliyle eğitmenin gösterdiği hareketi yapabilen tek kişi olması. Hizmetçilik yapan fakir, içe kapanık, saf, ilk ilişkisinde hamile kaldığı için terk edilen, ailesi bile olmayan bir kadının ne kadar güçlü olduğuna dair çok güzel bir detay olmuştu. Aslında yönetmenin en iyi yaptığı şey üzerine çok düşünülmesi gereken ağır konuları, çok basit, alt metin ve metaforlarla dolu, akıcı bir şekilde anlatması olmuş. Bunu yaparken asla kör göze parmak sokmamış, ajite etmemiş, yargılamamış, aşağılamamış ve önemli konuları çok naif bir şekilde dile getirmiş. Yeni doğum yapmış bir annenin hayata döndürmek için bebeğine kalp masajı yapılışını izlediği sahne gerçekten çok can alıcı bir şekilde çekilmişti. Annenin istemediği bir çocuk olmasına rağmen o bebeğin yaşama döndürülme anını izlemesi gerçekten hiç kafamda bile canlandıramayacağım şekilde gerçekçi ve yaralayıcıydı. Bir diğer sahne de iki çocuğun boğulma anında Cleo’nun yüzme bilmediği halde kendini dalgalara bırakması. Bu güne kadar hiç bu şekilde gerçekliğe yakın bir dalgalarla boğuşma sahnesi izlememiştim.
Oyunculuklara gelirsek Yalitza Aparacio’nun ilk oyunculuk deneyimi ve yalınlığını çok hoş. En iyi kadın ödülünü alacağını çok sanmıyorum ama iyi bir performans sergiliyor. Yardımcı kadın oyuncu Marina De Tavira’nın aday olabilecek bir performansı var mı tartışılır. Ancak kesinlikle abartıdan uzak, doğal ama yine de hayranlık uyandıracak bir performans değil. Büyükannenin hakkında hiçbir şey bilmediği Cleo’yu doğum için hastaneye götürme telaşı, Cleo’nun telefonun ahizesini kullandıktan sonra silmesi gibi küçük ama anlamı büyük detaylar filmi güzelleştiren sahnelerdi. Cuaron filmi plan plan değil, sıralamaya göre çekmiş. Ekipten kimsenin senaryoyu bilmediği, oyuncularına da sahnelerini çalışabilecekleri bir zaman vermemeyi tercih etmiş bir Cuaron var karşımızda! Belki de bu nedenle her şey çok doğal, yalın ve içimizden. Filmde baba figürünün gitmesi çocukların üzerinde hiçbir etki bırakmamıştı. Muhtemelen Cuaron burada kendi hayatındaki erkek figürlerine çok net bir gönderme yapmak istemiş ve genel olarak filmde kadınları güçlü gösterirken, erkekleri bencil ve zayıf karakterler olarak betimlemiş.
Oscar’da en iyi film ödülünü alabileceğini çok düşünmüyorum ama yabancı dilde en iyi film olarak bence alır. Daha önce de Gravity filmiyle en iyi yönetmen Oscar’ını alan Cuaron, hem yönetmenliğini hem görüntü yönetmenliğini hem de senaryosunu yazdığı bu filmde yönetmen için güçlü bir aday. Acaba önceki filmlerinde çalıştığı görüntü yönetmeni Lubezki ile çalışsa daha iyi bir sonuç çıkar mıydı? Olabilir. Hızlı akan filmleri sevmekle birlikte bu filmin durağanlığını da sevdiğimi fark ettim. Bazı sahnelerdeki sabitlik zaman zaman fazla geldi, kameranın 360 derece döndüğü (normalde bu çekim açısını çok severim) sahnedeki olayın sadece odalardaki ışıkları kapatmak olması benim için biraz üzücü oldu. Ama sinematografisine ve dramaturjisine bayıldığım, gerçekçiliğine şaşırdığım, alt metin ve metaforlarına hayran kaldığım, hikayesindeki yalınlığı da çok beğendiğim bir film oldu.